Hakikaten, polisin dağda ne işi var?

8 Ağustos 2011

'...Erdoğan’ın 9 Şubat’ta Emniyet teşkilatını “statükonun bekçisi değil, değişimin öncüsü ve ileri demokrasinin savunucusu” ilan etmesinden sonra...
Bu “değişimin öncüsü”ne sahra topu verileceğinden söz edilir olmuşsa, kaşların daha da yukarılara kalkması ve hatta ağızların açık kalmasına şaşırmamak gerekir.
Düşünün ki bir Başbakan bu kadar açık ve net biçimde emniyet teşkilatını partisinin siyasi sloganları üzerinden tanımlıyor ve polisten AKP’nin siyasi misyonu doğrultusunda hareket etmesini istiyor...


Şimdi birileri, “Bunun konuyla ne ilgisi var? O obüsler, havanlar, roketler PKK’ya karşı; terörle mücadele için” diyebilir.
Ben de onlara, “Polis topçusunun terörle mücadele dediğiniz alanda ne gibi bir geçerliliği olabilir?” derim.
Benim bildiğim topçu orduda olur.Topçusu olan bir polise, başka her şey denir, “polis” denmez....' (Bölüm 1, Kadri Gürsel-Milliyet, 7 Ağustos 2011)

*

Serinin ikinci yazısına başlıktaki soruyu genişleterek başlıyorum:

Polisin dağda silahlı gezen PKK’lılara karşı bir işinin olabilmesi için koşullar elverişli midir?
Cevap olumsuz.
Neden böyle olduğunu izah etmeye bugünkü silahlı çatışma ortamının bir değerlendirmesini yaparak başlamak gerekiyor.
Bunun için de çatışmayı üç döneme ayırarak incelemeliyiz. Birincisi, Eruh baskınıyla başlayıp Birinci Körfez Savaşı’nın sonrasına kadar süren 1984-1991 dönemi...
İkinci dönem, 1991’deki Körfez Savaşı’nın ardından Irak’ın Kürt bölgesinde doğan otorite boşluğu sayesinde PKK’nın burada stratejik üsler oluşturmasıyla başladı. PKK bu üsler sayesinde Türkiye’deki eylemliliğini dramatik biçimde tırmandırdı.
İkinci dönem, 1999’da Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesiyle sona ermiştir. Bu dönemi 2004’e kadar süren bir genel eylemsizlik parantezi izledi.
Üçüncü dönemin zeminini ise 1 Mart 2003 tezkeresinin reddi neticesinde oluşan siyasi konjonktür meydana getiriyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak’taki PKK üslerine yönelik geniş çaplı ve uzun süreli stratejik kara harekâtları icra edebilmesinin siyasi koşullarının ortadan kalkması, tezkerenin reddinin doğurduğu en önemli askeri sonuç oldu. TSK’nın eli kolu bağlanmışken PKK’nın eli serbest kaldı. Halen geçerli olan bu asimetri sayesinde örgüt 2004’te Kandil’deki erişilemeyen ana üslerinden hareketle yeniden eylemliliğe başladı.
2004’ten bu yana çatışmanın üçüncü döneminin içinde bulunuyoruz.
Ve üçüncü dönemin ana askeri karakteristiği TSK aleyhindeki asimetridir ki bu da “TSK’nın PKK’ya stratejik mukabelede bulunamaması” olarak özetlenebilir.
İkinci ve üçüncü çatışma dönemlerini PKK açısından mukayese edince örgütün kırsal alanla ilişkisinde temel bir yaklaşım farkının ortaya çıktığını görüyoruz.
PKK’nın ayrılıkçı hedefleri bakımından 1991-99 arasındaki ikinci çatışma döneminde kırlar, klasik manadaki “Maocu halk savaşı stratejisi”nin uygulama alanıydı. Önce kırsal alanlarda kurtarılmış bölgeler oluşturulması ve sonra buralardan kentlere doğru stratejik taarruz...
Türk Silahlı Kuvvetleri PKK’nın bu girişimini 93-94’ten itibaren kırlarda alan hâkimiyetini tesis ederek akamete uğrattı. Stratejik bölgelerin insansızlaştırılması da PKK’ya verilen cevabın bir parçasıydı.
Bugün de geçerliliğini koruyan bu koşullar dramatik biçimde değişmediği müddetçe kırsal alanın PKK tarafından yeniden 90’lı yıllardaki gibi stratejik amaçlarla kullanılması güç dengeleri açısından imkânsızdır.
Ama aynı zamanda gereksizdir de...
Çünkü aradan geçen zaman içinde Kürt sorunu siyasallaştı, kitleselleşti ve kentleşti. Dağlar artık Kürt sorununun sıklet merkezi değil. O merkez Diyarbakır...
PKK açısından dün stratejik önem arz eden kırlar bugün artık taktik alandır. Dolayısıyla PKK’nın dağlarda büyük mevcutlarla gezmek, bütün dağları tutmak, kurtarılmış bölgeler tesis edip oralardan şehirleri tehdit etmek gibi bir amacı çok uzun zamandır yok. Kürt hareketi önceliğini kentlerde alternatif iktidar aygıtları ve toplumsal örgütlenmeler oluşturmaya verdi.
90’lı yıllarda PKK için şiddetin örgütlenmesi ve tatbiki, ayrılıkçı stratejiyle doğrudan ilişkili merkezi bir konuydu.
Bugün PKK için silah ve şiddet öncelikle bir müzakere aracı. PKK bunları hem Türkiye Cumhuriyeti, hem Türk kamuoyu, hem de Kürtlerle müzakere yöntemi olarak kullanıyor.
Ya da silahlı bir propaganda metodu olarak...
Dolayısıyla, bugün PKK’nın belirli bir silahlı “dağ kadrosu”nu elde tutması, bir savaş stratejisinin gereği olmaktan ziyade Kürt hareketinin varoluşsallığıyla ilintili siyasi ve psikolojik bir mevzuudur. Kürt sorununun varlık kanıtlarından sadece biri, ama aynı zamanda bir pazarlık kozu...
Netice itibarı ile “başı” Türk güvenlik güçlerinin erişemediği Kandil’de “konjonktürün güvencesi” altında olan, buna mukabil çok geniş bir alana yayılan gövdesi ise zamanla değişen eylem anlayışı nedeniyle hayli esnekleşmiş, arızi hareket eden bir şiddet örgütlenmesi söz konusu.
AKP hükümeti askerin bu yapıyla mücadelede başarılı olamadığına hükmetti; şimdi polis özel harekât timlerini PKK’nın şiddet uygulama kapasitesini azaltmaları için dağa gönderiyor.
Üçüncü yazı perşembeye...

 

KADRI GURSEL-MILLIYET

 

http://siyaset.milliyet.com.tr/hakikaten-polisin-dagda-ne-isi-var-2-/siyaset/siyasetyazardetay/08.08.2011/1423923/default.htm

 

 

NOT; Yazarın yukarıdaki yorum ve tespitlerinin çoğuna katılıyorum. G.K